Menü Kapat

Antik Yunan’da ezoterizm

Pythagorassİçerde olan, Dışrak (Exoterik)Karşıtı. Gizli, Gizem, Giz, (Osm.Sır) terimleriyle anlamdaş olarak değil ama anlam yakınlığı olarak kullanılmaktadır.

Eskiden, seçkin ve söylenenleri anlayabilecek kimselere verilen eğitimi dile getirir. Türk Mistiği ve toplumcusu Şeyh Bedrettin şöyle der ;” Hakikat halka söylenemez, o hakikati anlayamayacak olanlar, ya yollarını büsbütün sapıtırlar ya da o hakikati söyleyeni suçlarlar” . İçrek anlamları kavrayabilmek için belli bir yetkinlik düzeyine erişmek gerekir. Esoterizm yani Batıniyye yani içrekçilik, içrekçi öğretilerin genel adıdır. Gizemci öğretilerin tümü değil ama çoğu içrekçidirler. Çoğunluğun saçma sapan inançlarıyla çatışan USSAL öğretiler, zorunlu olarak içrekliği ve gizliliği gerektirmiştir. Bu genellikle dinsel konularda böyle olmuştur. Yahudi Kabalasında, Hristiyan gnostiğinde ve İslam Tasavvufunda da öğretiler, Esoterik (içrek) yöntemle uygulanmıştır.

İçeriye, eşanlamda öğretiye alınanlara da bu gerçekler azar azar ve alıştırılarak verilmesi gerektiğinden çeşitli aşama dereceleri kurulmuş ve bunların birinden öbürüne aşabilmek için çeşitli sınavlar düzenlenmiştir.
Antikçağ Yunanlılarında bir öğretinin ya da dinsel tarikatın gizemlerini bilenlere içrekçiler (Esoterikos) denir. Bu bağlamda birçok öğreti olmasına karşın, burada Antik Yunan’ın, kendinden sonra gelen ezoterik öğretileri de etkileyen önde gelen içrek öğretilerinden ELEUSİS MİSTERLERİ, Dyonisos, Orpheusçuluk ve Pythagorasçılık’ dan konu edeceğiz.

Antik misterler incelememizi kronolojik bir sırayla yapmamızda gerek okuyucunun izlemesini kolaylaştırmak ve gerekse etkileşimi görmek açısından yararlar umuyoruz. Tarihsel önceliği Mitolojik döneme vermemiz gerekiyor, her ne kadar yazılı belgeler ve bilimsel bulgular yetersizse de. Bu bağlamda konumuza Dyonisos misterleri ile başlıyoruz.

Dyonisos,, Yunan öncesi tanrılardandır. Trakya’dan ya da Frigya’dan geldiği sanılmaktadır. Zeus ve Apollon ile birlikte Antikçağ Yunan düşüncesinin üç büyük tanrısından biridir. Tapımı başlı başına bir din meydana getirmiştir. Kişiliği birçok eski tanrıların karışımından meydana gelmiştir. Çifçiliğin, bağcılığın, meyve ve özellikle üzümün koruyucusudur. Romalılar ona BAKKOS (Baküs) derler ve verimlilik tanrısı Liber’le bir tutarlar. Dyonisos, Şarabın ve bütün hayatın tanrısıydı. Her yıl doğan ve ölen Dyonisos , doğadaki yaratılışın ve ölümden sonra yeniden dirilişin esrarlı varlığıydı. Şarap, evrende hiç durmadan devreden, aynı bütünün içinde türlü şekillere giren hayat kudretini sembolleştirmektedir. İnsan şarapta tanrı ile birleşir, daha güzel bir hayata doğmakla kalmaz, aynı zamanda evren’e düzen veren külli akıla katılır. Dionysos dininin büyük özelliği bağlılarının (Bakkhalar) kudurmuşçasına kendinden geçmeleri (Yu. extasis) ve tanrıyı kendi içlerine aldıklarına inanmalarıdır. Diyonisosa tapanlar, onun kendilerine vahşi hayvanlar biçiminde göründüğüne inanıyorlardı. Bu yüzden şarap içip kalabalık sarhoş sürüler halinde dağlara çıkarlar, naralar atarak döne döne raksederler, karşılarına çıkan hayvanların üstüne kudurmuşçasına atılıp parçalarlar ve çiğ çiğ yerlerdi.

Böylelikle tanrıyı içlerine almış oluyorlardı. Dyonisos dini, geniş halk yığınlarında, özellikle kadınlar arasında yayılmış ve tutulmuştur. Orphik din ve Eleusis gizemciliğinin kaynağı da Dyonisos tapımı’dır. Özellikle Orphik inançlar, Dyonisos gizemciliğinden geliştirilmiştir, Örneğin ölümsüzlük inancı Dyonisos’un ölümüyle yeniden doğuşu öyküsünün ürünüdür. Burada bir küçük saplama yapıp şöyle özgün bir soru sormak istiyorum. Dyonisos sözcüğünü Dyo ve issius şeklinde ikiye bölsek, Dyo’nun yunanca ‘tanrı’ ve İssius’un da Mısır tanrısı olduğunu bilirsek, bir akıl yürütmeyle nerelere gidebiliriz acaba ?

Antik misterlerin en ünlülerinden biri, CERES (Demeter, Rhea veya isis) ve kızı Persephone anısına her beş senede bir ELEUSIS kentinde, ritinin kutlamaları yapılan “ELEUSİS MİSTERLERİ”dir. Eleusis okulunun inisiyeleri, tüm Yunanistan’da günlük yaşamlarına uyguladıkları yüksek ahlaki standartları ve felsefi kavramlarının güzellikleri ile ünlenmişlerdi. Yetkinliklerinden dolayı bu misterler Roma ve Britanya’ya sıçramış ve buralarda da inisiyasyonlar yapılmıştı. Kutsal dramaları ilk olarak ATTİKA’daki toplum tarafından sunulan Eleusis Misterlerinin İsa’nın doğumundan 1400 yıl önce EUMOLPOS tarafından bulunduğu inancı egemendir.

Eleusis ritleri küçük ve büyük misterler olarak ikiye ayrılmışlardır. Küçük misterler ilkbaharda Elousis’in küçük bir kasabası olan AGRE’de her yıl, büyük olanı sonbaharda ELEUSİS veya ATİNA’da beş yılda bir kutlanmakta idi.

Persephon’a adanmış olan küçük misterler, antik teolojistler ve kendi kurucular tarafından, arınmamış ruh’un durumunu materyalist ve fiziksel yaradılış kapsamında gizlilik içinde belirlemek için düzenlenmişti. Bu misterler hakkında doyurucu bilgiler bulmak oldukça güçtür, çünkü diğer misterlerde olduğu ve misterin doğasında olduğu gibi, inisiye adayları dahili sırları asla açığa vurmayacaklarına ilişkin bozulmaz yeminler etmek zorunluğundaydı. Küçük ritlerde kullanılan lejand Ceres’in kızı Tanrıça Persephone’un PLUTON, yer altı dünyasının efendisi veya HADES tarafından kaçırılması üzerine kurulmuştu:

Persephone, çok güzel bir çayırda çiçekler toplarken, yer birden açılır ve ölümün karanlık efendisi muhteşem bir arabaya binmiş olarak, karanlığın derinliğinden ortaya çıkar ve kızı kollarıyla kavrar, çırpınarak bağıran tanrıçayı kendisinin kraliçesi olması için zorlayarak yeraltı sarayına taşır. Bu alegori, mevsimlerin ardıllığını simgelemektedir.

(Şimdi sizleri, muhteşem bir sembolizmayla baş başa bırakıyorum, lütfen hayallerinizi özgür bırakınız ve şu töreni hayalinizde canlandırmaya çalışarak tadını çıkarınız.)

Önceden sınava tabi tutulmuş, kimliği , eğitim durumu ve saygınlık derecesi araştırılmış adaylar, HYEROSERİX diye adlandırılan ve tıpkı HERMES gibi giyinip asa taşımakta olan ELEUSİS RAHİBİ tarafından salon girişinde karşılanmaktaydı.

Bu rahip ; sırların rehberi, aracısı ve yorumcusu konumunda bir görevliydi. Yine bu rahip gelenleri yüce bakire PERSEPHONE’a vakfedilmiş olan İON stili sütunları bulunan küçük bir mabede götürmekteydi. Bu sevimli mabet, sakin bir vadinin dip taraflarında, porsuk ağaçlarından ve beyaz kavaklardan oluşan kutsal bir korunun ortasında bulunmaktaydı. O sırada çıplak kollu PROZERBİN Rahibeleri yani HYEROFANDİT’ler, sırtlarında tertemiz peplosları, başlarında da nergisten yapılmış taçları olduğu halde mabetten dışarı çıkıp bir merdivenin üst kısmında sıraya dizilmekte ve DOR tipinde bir ezgi tutturmaktaydılar. Bu monoton şarkıyı, sözlerini büyük mimikler yardımı ile vurgulayarak söylemekteydiler.

” Ey sırların adayları, şu anda Prozerpin’in eşiğinde bulunuyorsunuz. Az sonra görecekleriniz sizi şaşkınlığa uğratacak. O anda, şu hayatınızın, yalancı hayallerden ibaret bir dokuma olduğunu anlayacaksınız. Sizi bir zulmet alanı gibi sarıp sarmalamakta olan uyku, kendi akışının içinde rüyalarınızı da, günlerinizi de alıp götürmektedir, tıpkı gözden dalga dalga kaybolup giden kalıntılar gibi. Fakat ötelerde, sonsuz ışık alanı yayılıp gitmektedir. Persophone yardımcınız olsun ve zulmet nehrini geçip DEMETER’e nasıl ulaşılacağını size öğretsin.”

Koroyu yönetmekte olan PROFANDİT veya kahine, merdivende üç basamak aşağı inip orada görkemli bir sesle ve korkunç bakışlarla şu laneti dile getirmekteydi: “Fakat sırlarımıza saygısızlık etmek üzere gelmiş olanların vay haline! Zira Tanrıça bu sapkın gönülleri, hayatları boyunca izleyecek ve avını karanlıklar aleminde de elinden kaçırmayacaktır.”
Bu törenin ardından günler geçmekte ve bu süre içinde eğitim yapılmaktaydı. Son günün akşamında yeni inisiyeler Persephone’u kaçırma töreninde bulunmak üzere kutsal korunun en kuytu köşesinde bir araya gelmekteydiler. Sahne, mabedin rahibeleri tarafından açık havada oynanmaktaydı; Bu uygulama çok eski zamanlardan beri süre gelen bir uygulamaydı, gerçi zaman içinde şeklen değişikliğe uğramıştı ama esası yani tema’sı hep ayni kalmıştı.
Korunun ağaçsız bir yerinde duran inisiyeler ikişer ikişer gelmekteydiler. Geri planda aralarında bir mersin ağacı korusuyla ve birkaç kavakla çevrili bir mağaranın yer aldığı kayalıklar bulunmaktaydı. Ön Planda da yeşil bir çayır ile etrafında pınar perilerinin uzanmış yatmakta oldukları bir pınar yer almaktaydı. Mağaranın dibinde, bir iskemleye oturmuş durumdaki Persophone dikkati çekmekteydi. Annesi Demeter’de onun yanıbaşında ayakta durmaktaydı; sırtında bir kalatos, elinde bir asa vardı. Bu sahne ; Hermes, Demeter, Persephone, Pınar perileri korosu ve Eros arasında diyaloglarla geçmektedir. Bu arada akşam olmakta, küçük mabedin çevresindeki koruda meşaleler yakılmakta ve Baş rahibelerin hüzün ifadeli ilahilerinin ardından seyirciler sessizce uzaklaşmakta, bir taraftan da Persephone! Persephone! Diye haykırmaktaydılar. Bu törenle birlikte yeni inisiyeler özel yol mensubu olmaktaydılar.

Eylül ayında beş yılda bir kutlanan büyük sırlar tamamen sembolik şenlikler şeklinde dokuz gün sürmekteydi. Sekizinci gün özel yol mensuplarına inisiyasyon alametleri dağıtılmaktaydı.

Bir asa ile tören sepeti diye adlandırılan, sarmaşık dallarından yapılmış bir sepet. Bu sepette, anlaşıldığı takdirde insana, hayatın sırlarını açıklayan esrarlı şeyler bulunmaktaydı. Fakat sepet özenle mühürlenmişti. Aday’a bu sepeti açma izni ancak inisiyasyon sonunda ve başrahip tarafından verilmekteydi. O gün bir kortej, Atinadan Eleusis’e DİYONİSSOS’un “İYAKOS” diye adlandırılan ve başında mersin ağacı dallarından oluşan bir taç bulunan heykelini götürmekteydi. Daha sonra Mabede mistik kapıdan girilip orada kutsal gece veya başka bir deyişle, inisiyasyon gecesi yapılmaktaydı. Girişte önce,iç surların içinde yer alan geniş bir kemerin altından geçilmekte ve içeriye varılınca, aniden bir çığırtkan tarafından “ESKATO! BEBELOY! (Özel yol mensubu olmayan dışarı!) haykırışıyla karşılaşılmaktadır.

Bu anda, adaylar arasına karışan davetsiz misafirler bir kenara toplanmaktaydı. Çığırtkan, bu kişilere, gördüklerini kimseye söylemeyeceklerine dair ölüm yemini ettirdikten sonra : Gizemli bir sesle “Şu anda Persephone’un yeraltı eşiğinde bulunmaktasınız. Gelecekteki hayatı ve şu andaki durumunuzu anlayabilmeniz için ölüm imparatorluğundan geçmeniz şarttır: Bu inisiyelerin sınavıdır” dedikten sonra; “IŞIĞA KAVUŞABİLMEK İÇİN , KARANLIĞA MEYDAN OKUMAK GEREKİR” diye yüksek sesle haykırır.

Az sonra ise herkes, bedenli hayat mekanına dalmış ruhun, yürek paralayıcı üzüntüsünü temsil eden geyik derisine sarılır. Adaylar başlangıçta el yordamıyla ilerlemekteydiler. Çok geçmeden korkunç gürültüler, inlemeler ve haykırışlar başlamakta, gök gürültüleri ve yıldırımlar birbirini kovalamaktadır. Yıldırımın etkisiyle ortalık aydınlandığında, korkunç vizyonların varlığı fark edilmektedir. Bazen bir ejder, bir canavar, bazen de bir sfenksin ayakları altında paramparça olmuş bir insan. Bu görüntüler o kadar ani bir şekilde oluşmaktaydı ki, adaylar bu ilizyonun farkına bile varamazlardı.

Bundan sonra, karanlık bir mahzende dikine siyah beyaz çizgili kumaştan dikilmiş, Asya tipindeki elbisesiyle, salonu hafif şekilde aydınlatan bakırdan bir ocağın karşısında ayakta duran Frigyalı bir rahip, cevap hakkı tanımadığını ifade eden bir mimikle, orada hazır bulunanları, girişteki bölümde oturmaya zorlamakta ve ocağa, tutam tutam uyuşturucu duman çıkartan tütsüler atmaktadır. Salon kısa zamanda yoğun duman anaforlarıyla dolmakta ve ortalığı birden belirli belirsiz hayvan ve insan formlarında ilüzyonlar kaplamıştır. Zaman zaman sevimli, zaman zaman da iğrenç bir hal alan bu, akışkandan ve havadan oluşan , moral bozucu ve gerçek dışı canavarlar fır fır dönmekte, ışıltılar saçmakta ve adeta büyülenmiş adayların, sanki yollarını kapatmak istercesine sımsıkı sarıp sarmalamakta ve başlarını döndürmektedir.

Bazen bir KİBELE RAHİBİ, elindeki kısa çubuğu buharların ve dumanların içine doğru uzatmakta ve rengarenk halka şeklinde bir anafor yapmaktadır. Bunun üzerine adaylar kalkıp bu anaforun içine dalmakta, bu halkanın içinde bulundukları zaman bazıları, kendilerine görünmez ellerin dokunduğunu veya müthiş bir şekilde yere çarpıldıklarını hissetmekteydiler. Bazıları da geri çekilip, geldikleri yolu izleyerek kaçıp gitmekteydiler. En cesurları ise aynı halkadan birkaç kez üst üste geçmekteydi, zira bu sınav bir yerde direnç ve kararlılık sayesinde atlatılmaktaydı.

Bu sınav da atlatıldıktan sonra, oraya buraya tek tük dikilmiş ayaklı kandiller vasıtasıyla aydınlanmakta olan büyük bir salona ulaşılmaktaydı. Ortasında tek bir sütun ile metal yapraklar arasında, yerküreye ait tüm kötülüklerin ve insanlara saldıran geri seviyeli varlıkların canlı örneklerinin simgelendiği bronz bir ağaç yer almaktaydı. Ağacın altındaki görkemli tahtın üzerinde, lal rengi mantosuyla PLÜTON oturmaktaydı. Yanında da yüce Persephone yer almaktaydı. Adaylar onu daha önce küçük sırlar esnasında baş rahibe tarafından tasvir edilmiş olan hatlarıyla tanımaktaydılar. Persephone, gelip önünde diz çöken ve ayakları dibine nergisten taçlar bırakan adaylara;
“ISTIRAP İNSANLARA MERHAMETİ ÖĞRETİR” demekteydi. Yukarı doğru tırmanarak giden bir galeride aniden meşaleler yanmakta ve trompet sesini andıran bir ses haykırmaktaydı: “GELİN ÖZEL YOLUN YOLCULARI!! İYAKKOS DÖNDÜ, DEMETER KIZINI BEKLİYOR, EVOHE!”
Persephone sanki uzun bir uykudan uyanıyormuş gibi, ayağa kalkıp şöyle mırıldanmaktaydı: “IŞIK! ANNECİĞİM! İYAKKOS!” O esnada ışıklar birden sönüvermekte ve bir ses şöyle haykırmaktaydı; “ÖLMEK TEKRAR DOĞMAKTIR!”.

Kahramanlara ve yarı tanrılara ait olan galeride üst üste yığılırcasına yürüyen özel yol mensupları, ucunda Hermes ile meşale taşıyıcısının yer aldığı çıkışa alınıp üzerlerine kutsal su serpilmekte, deliğe doğru ileri adım atmakta ve o esnada sırtlarındaki geyik derileri alınmakta ardından da tertemiz elbiseler giydirilip, ışıl ışıl aydınlatılmış olan bir mabede götürülmekteydiler.

Ve orada onları görkemli bir ihtiyar yani ELEUSİS’in YÜCE RAHİBİ beklemekteydi. Yüce Rahip adaylara taş bir kitaptan, ölme bahasına da olsa açıklayamayacaklarına yemin ettikleri bilgileri okuturdu. Öğretinin bundan sonrasıyla ilgili hiçbir bilginin olmaması, bu yeminin tutulduğunun güzel bir kanıtıdır, sanıyorum.

Şimdi aşağı yukarı aynı dönemlerde etkinliğini sürdürmüş olan diğer ezoterik okulu ya da öğretiyi görelim.

ORFİZM : Orfeus (orpheus) , kimilerince gerçekten yaşamış olduğu sanılan, mitolojik bir ozandır. Trakya asıllıdır, Girit aracılığıyla eski Mısırdan gelme olduğu da ileri sürülür. Lir adı verilen sazı, gelecekten haber vermeyi ve büyüyü onun icat ettiğine inanılır. Yunan mitolojisinde çok içli bir öyküsü vardır. Şarkılarıyla bütün doğayı etkiler ve büyülermiş. Karısı Euridike’nin ölümüne dayanamamış, ölüler ülkesi (Hades)’ne gidip onu geri vermelerini istemiş. Acıyıp vermişler ama onunla birlikte yeryüzüne çıkana kadar arkasına dönüp Euridike’ye bakmama koşulunu yerine getirememiş. Dayanamamış bakmış, böylelikle de sevgilisini kesin olarak yitirmiş. İnsanın doğa sırlarını araştırma isteğini simgeleyen bu öykünün kahramanı Orfeus ya da Orfeusçuluk, en eski Yunan dini Dionysos tapımının bir reformcusu ya da reformu olarak belirmiştir. Bu yüzden de kendilerinden geçip çılgınlık nöbeti geçiren Dyonisosçu Mainas’lar tarafından Orfeus’un parçalanarak öldürüldüğüne inanılır. Orfizm, gizler (Os.Esrar, Fr. Mysteres) temeli üstüne kurulmuş bir dindir. Tanrılarla ilişki kurduklarına inanılan orfik rahipler, büyüsel gizli yöntemlerle insanları mutluluğa ulaştırırlar. Ruh ölümsüzdür ve bedenden bedene göçer, mutluluğa ancak öte dünyada ulaşılır. Ruhun kurtuluşu, bedenden ayrılmasıyla gerçekleşir. Orfizmin başlıca öğelerinden biri olan çilecilik, geniş halk yığınlarının ekonomik ve toplumsal koşullar yüzünden çekmekte oldukları çileyi kurumlaştırır. Kendinden geçme, coşku ve sonunda tanrı Dionysosla birleşme, orfik gizemsel törenlerin amacıdır. Dünyada yaşamak acı çekmektir, kurtuluş ölümdür. Orfizmin bu öğeleri, Orfeusçuluğun bir reformcusu olan Pythagoras ve Platon öğretilerinden geçerek hemen bütün büyük dinlerin temeli olmuştur.
Geniş halk yığınlarının dini olan Orfizm, bir çeşit varlıkbirliği (Ar. Vahdet-i vücud) anlayışını ileri sürmüştür. Evrendeki bütün varlıkların birbirlerine yakınlıklarını ve birbirlerine dayanmaları gerektiğini öğretir. Başlıca tanrıları Dionysos’la Eros’tur. Orfizmde tüm dinliler birbirine eşittir. Orfik dinde, sonradan Hıristiyanlığın alıp geliştirdiği, ruhun öbür dünyadan düşerek bedendeki varlığı meydana getirmesi gibi temel dinsel öğeler de bulunmaktadır. (O. Hançerlioğlu. Felsefe Ansiklopedisi)

Özet olarak Orfecilik bir felsefe sistemi olmaktan çok mistik bir tarikattır (bizim bugünkü konumuzu da bu yanı ilgilendirmektedir)
Orfizm’in amacı, bir özel hayat kuralının mistik ilhamlarına nail olabilmek için kutsal ve gizli bir çıraklık döneminin gerektiğidir. Bu dönemde tinsel (ruh anlamında) temizlik törenleri yapılır, bu törenlerde ruh, özel bir esrime içinde bedenden ilgisini keser.

Zira, bu gerçekte beden, ruhun bir kalkanıdır ki, Hades’de bekleyen tehlikelerden korunmaya engel olur ve ruhun amacı, bu kurtuluşu elde etmekten ibarettir. Bu tarikatta, her çeşit mistisizm faaliyetlerinde olduğu gibi amaç, müritlerin belirlenmiş bir etki altında bırakılarak doğal bilinçlerini esrarlı bir hayal gücü içinde derinleştirmek ve kişiliklerini değiştirmektir. Bu tarikatın törenleri sırasında Orfeus’un ağzından çıktığı iddia edilen bir söylemden pasajlar:

“Eşyanın ilkelerine, lekesiz esir içinde alevlenen büyük Triad’a kadar yükselmek için kendi içinin derinliklerine kıvrıl. Bedeni, düşüncenin ateşiyle yak. Kendini, odununu kemiren alev gibi maddeden sıyır. O zaman ruhun, ebedi nedenlerin saf esiri içine, Jüpiter’in tacındaki kartal gibi atılacaktır. Sana alemlerin sırlarını, doğanın ruhunu ve Tanrı’nın özünü açıklamak istiyorum. Derin gökyüzünde, yeryüzünün uçurumunda bir tek varlık, gürleyen ZEUS, esir’den Zeus hükmeder. O derin öğüt, güçlü kin ve tatlı aşk’tır. O yeryüzünün derinliğinde ve yıldızlı gökyüzünün yüksekliğinde hükmetmektedir ; Eşyanın soluğu, baş eğmez ateş, erkek ve dişi, bir kıral, bir iktidar. Bir tanrı ve bir büyük efendidir. Jupiter, Tanrısal karı-koca dır, erkek ve dişidir, baba ve ana dır. Onların sırlı evlenmelerinden, ebedi zifaflarından aralıksız olarak, ateş ve su, toprak ve esir, gece ve gündüz, vakur titanlar, değişmez tanrılar ve insanların dalgalanan tohumları meydana gelir. Gök ve yerin aşklarını kafirler bilmez. Karı ve koca sırlarının peçesi,ancak Tanrısal insanlar tarafından açılır. Bu Zeus’un tohumu olan, yaratanın ateşi olan erkek ateş’tir. O bütün varlıklar içinde hareket eder. O’nun rahipleri olan bizler, o’nun özünü biliyoruz, onun oklarından kendimizi korur ve bazen de onları yönetiriz. … Jupiter Tanrısal karı-kocadır. İşte birinci giz (sır)
“Fakat şimdi, ey Delf’in çocuğu, ağla, sevin ve tap!.. Zira senin ruhun, hayat bardağı içinde büyük Demiurgos’un (Düzenleyici Tanrı… Antikçağ Yunanlılarında yaratma düşüncesi yoktur;bir sanatçı, bir mimar gibi yapma, düzenleme, biçimlendirme anlayışı vardır. Bu anlayışa göre dünya yoktan var edilmemiş, idea’lar gibi ilksiz ve sonsuz olan biçimsiz özdek, düzenlenip biçimlendirilerek meydana getirilmiştir. Platon’a göre bu biçimlendirmede örneklik eden idea’lardır, evrendeki bütün varlıklar bu ideal ilk örnek {Fr. archetype}lerine uygun olarak özdeği biçimlendirme yoluyla yapılmışlardır. ) ruh ve alemi karıştırdığı tutuşmuş bölgeye dalmaktadır. Bu sarhoş eden bardağı doldurmak suretiyle tüm varlıklar, Tanrısal konutu unutur ve kuşakların elem veren uçurumına inerler. Zeus, büyük Demiurgos’tur; Dionysos onun oğlu ve kendini göstermiş olan kelamıdır! Işıldayan, canlı ve zeki ruh olan Dionysos değişmez esir alemindeki babasının sarayında parıldar….. Dionysos’un bedeninin dumanından gökyüzüne doğru yükselen insanların ruhu meydana geldi. Solmuş gölgeler, Tanrının alevlenmiş kalbine kavuştukları zaman alevler gibi tutuşurlar ve Dionysos, Ampire’nin (görgül-deneylenmiş) yüksekliklerinde pek canlı olarak yeniden dirilir”.
“İşte Dionysos’un ölümünün sırrı. Şimdi onun ölümünden sonraki dirilmesini dinle: İnsanlar, cinayet ve kin içinde, elem ve aşk içinde, binlerce varoluşlar arasında vekarla kendilerini arayan dağınık örgenlerdir. Yeryüzünün ateşli ısısını, aşağı kuvvetlerin uçurumu, daima ve pek fazla olarak çukura çeker ve onları daha fazla yırtar. Fakat yukarıda ve aşağıda olan şeyleri bilen biz ermişler,ruhların kurtarıcısıyız ve insanların HERMES’iyiz” Onları mıknatıslar gibi kendimize çekeriz; bizleri de tanrılar, onlar gibi kendilerine çekerler. Böylece göksel büyümeler sayesinde Tanrıların bedenini yeniden inşa ederiz. Tanrı bizde ölür ve yeniden bizde dirilir”.

Orfeus, Trakya’da Zeus’un büyük rahibi, yani papa olmuş ve sözde bu sıfatla tarikatını yaymaya devam etmiştir. ( Orfe ya da Arfa sözcüğü, Fenike dilinde, nur anlamına gelen ‘aur’ ve şifa anlamına gelen ‘rofae’ sözcüklerinden oluşmuştur ki, “nur aracılığıyla şifa veren” demektir.

Şimdi, gerek düşünsel alanda, gerek fizik, matematik alanında ve gerekse müzik alanında tarihsel önceliği olan görüş ve önerileriyle öne çıkmış büyük filozof Pythagoras‘dan sadece konumuzla ilgili ezoterik okulu hakkında süremizin sınırları içinde özet bilgiler vermeye çalışalım ;

İsa’dan 580 yıl önce Sisam’da dünyaya gelen Pythagoras’ın gençliğinde çok iyi bir eğitim aldığı, tanrılar bilimine merakı nedeniyle Mısırda Memphis-İsis mabedindeki ezoterik Hermes okuluna kabul edildiği, Burada büyük üstad derecesindeyken, Pers istilası sonrası birçok inisiye ile birlikte Babil’e sürgüne götürüldüğü, Babilde de buraya ait gizli bilimler üzerine incelemeler yaptığı bilinmektedir.

32 yıl sonra Yunanistana geri döndüğünde, buradaki bütün mabedleri gezip görmüş ve Korent Körfezinin kuzeyindeki teselyada Fosid ovasında Apollon heykelinin bulunduğu kutsal bölgedeki Delph’e yerleşerek okulunu kurmuş,

Bu ezoterik okulda 4 dereceli eğitim sistemini uygulamaya başlamıştır.
Pythagoras okulu, kentin dışındaki bir tepenin üzerinde, zeytin ve selvi ağaçlarının arasında huzur veren bir yerdir. Şimdi Phytagoras’ın okuluna girelim ve inisiyasyonunu adım adım izleyelim.

Girişte ilk önce büyük bir heykelle karşılaşılırdı, bu HERMES’dir, Pythagoras Büyük üstadına vefasını göstermekteydi. Heykelin kaidesinde de şu sözler yazılıydı; “İnanmayan uzak dursun”.

Pythagoras, aday seçiminde son derece titizdi ve öğretiye kabul edilmek çok zordu, aylarca hatta yıllarca kabul için bekleyen adaylar vardı. Erdemli, akıllı, ağırbaşlı ve en önemlisi sır saklayabilecek yapıda olanlar, uzun ve gizli bir araştırmadan sonra seçilirdi.

Ailesi veya öğretmenleri tarafından önerilen adayların sadece beden eğitimi tesislerine girme izni vardı. Koşu, disk ve mızrak atma çalışmaları yaparlardı. Bu çömezler için sürdürülen gözlemler sonunda, sınava girmeye hak kazananlar bir sınava girerlerdi; Önce adayın, tek başına, içinde hayalet ve garip yaratıkların bulunduğu iddia edilen bir mağarada bir gün ve gece geçirmesi istenirdi, bu irade sınavıydı, bunu başaramayanlar, inisiyasyon için elverişsiz kabul edilerek geri gönderilirdi. Başaranları ise daha zor sınavlar bekliyordu ; İkinci adımda adaylar iç karartıcı loş bir hücreye kapatılır, bazı geometrik sembollerin anlamı hakkında yorumlar yapması istenirdi. Çoğunlukla, bir daire içine çizilen bir üçgenin ne anlama geldiği sorulurdu. Bu sınavı da geçen aday’a Noviciat adı verilen ilk derece verilirdi.
Pythagoras, ilk derecede, öğrencilerine hemen hemen hiçbirşey öğretmez, sadece onları dilediği biçime hazırlamak için yoğururdu. Onların sezgi (İntuition) yeteneğini geliştirmeye çalışır, daha sonra, ana-baba ve dost sevgilerini, bu sevgiler aracılığıyla da Tanrı sevgisini aşılama yoluna giderdi. Bu aşılamada müzikten yararlanılırdı. Çömezler, dersleri mutlak bir sükunet içinde dinler,soru sorma veya tartışmaya izin verilmezdi.

Henüz sır, söylenmemiştir. Oysa körpe kafalar, o sırra belki de kendiliklerinden varabilecek bir biçimde hazırlanmaktadır. Ellerinde Heptakord adı verilen 7 telli bir sazla ruhları akord edilmektedir.
İkinci dereceye yükselme gününe Altın gün denmektedir ve öğrenci, sayılar bilimiyle karşılaşmaktadır. İlk derecede ortalıkta görünmeyen Üstad Pythagoras, bu derecede öğrencisini evinde kabul ederek, onunla aracısız görüşmekteydi. Ancak bu derecede iç avluya girme onuru verilmekte ve asıl aydınlanma bu iç avluda başlamaktaydı. Ezoterik ve Exoterik terimleri bu iç avlu olayından kaynaklanmaktaydı. Bu dereceyle ilgili bilgiler başlıbaşına bir konuşma konusu olabileceğinden, üçüncü derece ve son derece ile kısa bilgiler vererek konuşmamızı toparlayalım.

Pythagoras, üçüncü derecede inisiyelere, yer kürenin kendi etrafında ve güneş etrafındaki dönüşleri hakkında kozmogoni dersleri veriyordu. Bu bilgiler o zamanın yaygın inançlarına aykırı düştüğünden gizliliğe son derece dikkat edilmesi gerekiyordu.

Dördüncü derece (el almış mürit) epifani (yukarıdan, aşağıya bakış)’ye yükselmiş inisiye ise artık hakikat ilminin ufuklarına yelken açar, o zamana kadar edinilmiş bilgileri pratiğe dönüştürme çalışmalarına girerdi. Bu çalışmalarda; erkek ile kadının oluşturduğu aile birliği ile ezeli ve ebedi hakikatın nasıl geliştiği ön sırada yer alırdı. Hatta seks ilişkileri, gebelik için yılın en uygun ayı, kutsal eserin yani çocuğun yaradılışının ilahi yasalara uygun bir şekilde olabilmesi için hamilelik süresince yapılması gerekenler ve analık sanatı da öğretilmekteydi.

Pythagoras okulunun sonu ne mi oldu ? Çoğunuzun bildiği gibi oldukça acı oldu tabii. Sözü fazla uzatmamak için Pythagoras’ın politika öğretisi ve görüşünü ihmal ettik. İşte politik görüşü ile ters düşen zamanın siyasi erki ve Okula kabul edilmeyen SİLON adındaki bir gencin provokasyonları sonucu oluşan huzursuzluk. Pythagoras 40 inisiye ile toplantı halinde bulunduğu bir akşam mabedin yakılması sonucu 38 inisiyeyle birlikte yaklaşık 80 yaşlarında yaşamını yitirmiştir.

Kaynakça:
Felsefe Ansiklopedisi O.Hançerlioğlu
Filozoflar Ansiklopedisi Cemil Sena
Mitoloji Sözlüğü Azra Erhat

 

Bir yanıt yazın